23 Ocak 2016 Cumartesi

İlk Makul Şüphe Operasyonu; SİBEL KIZILKAYA (TURKTIME, 16 Aralık 2014) Behzat ŞAŞAL & Mustafa Kemal ATATÜRK

İlk Makul Şüphe Operasyonu
SİBE L KIZILKAYA
(TURKTIME & 16 Aralık 2014 Salı)
Elbette 14 Aralık operasyonunun, 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Haftasının yıldönümüne tesadüfen denk geldiğine inanmak, pek de mümkün değildir. Aksine gündemi gölgelemek niyetiyle bilhassa bu tarihte yapıldığı konusunda, kimsenin bir kuşkusu yoktur.
          Her ne kadar bu operasyon 17-25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk soruşturmalarının bir rövanşı olarak görünse de, aynı zamanda basına yönelik bir gözdağı ve sindirme operasyonu olma gibi bir amacının bulunduğu gerçeği de, göz ardı edilmemelidir.
         Daha düne kadar AKP hükümeti ile birlikte hareket eden Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi haksız ve hukuksuz soruşturmalarla çok sayıda insanı mağdur eden cemaatin, 14 Aralık operasyonuyla birlikte aynı mağduriyeti yaşaması, pek çok kesimde değişik duygu ve düşünceler yaratmıştır. Çünkü bugün mağdur olanların,  o günlerde yaşananlara nasıl destek verdikleri hâlen unutulmamıştır.  Ancak şimdi “etme bulma dünyası” deyip, hukukun ve basın özgürlüğünün ayaklar altına alınmasına seyirci kalmak da,  amaca ulaşmak için hukukun araçsallaştırılması anlayışına mağlup olmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
         Bu nedenle, basın ve ifade özgürlüğünün ihlali kimden gelirse gelsin, her durumda buna karşı çıkmanın, evrensel hukuk kurallarının, adaletin ve demokrasinin bir gereği olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü hukuk, adalet ve basın özgürlüğü, kişilere ve olaylara göre değişmez, değiştirilemez. Dolayısıyla “menfaatim neyi gerektirirse” düşüncesindeki ilkel hukuk anlayışının ne çağdaşlıkla ne demokratlıkla ne de vicdanla bağdaştırılması mümkündür
      Adım Adım 14 Aralık
        İktidar bu operasyonla birlikte rahatsızlık duyduğu hemen her konuda, evrensel hukuk ilkelerini, temel hak ve özgürlükleri ve anayasayı hiçe sayarcasına kendisini koruma altına alan, elini güçlendiren yasal düzenlemeler yapmaktaki marifet ve süratini bir kez daha göstermiştir.
           Zaten 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarından sonra çıkardığı bütün kanun ve yönetmeliklerde, yaptığı bütün atamalarda, istemediği soruşturmaları engellemek, istediği soruşturmaları ise kolaylaştırmak amacı gütmüştür. En son geçtiğimiz hafta onaylanan İç Güvenlik ve Yargı Paketiyle de, 14 Aralık operasyonunu sorunsuz gerçekleştirebilmek adına, adım adım kanunlardaki tüm engeller kaldırılmıştır. Şöyle ki;
          İlk olarak 17 ve 25 Aralık’tan hemen sonra, soruşturmalardan kurtulabilmek için çıkarılan bir kanunla, arama işlemlerinde “makul şüphe” ölçütü kaldırılmış bunun yerine “somut delile dayalı kuvvetli şüphe” şartı getirilmiştir.  Böylece 17 ve 25 Aralık soruşturmaları için delil toplamak üzere “arama” yapılması engellenmiş ve dolayısıyla o dosyalar takipsizlikle sonuçlanmıştır. Başka bir deyişle yasa görevini layıkıyla yerine getirmiştir.
         Sonra, daha eski düzenlemenin üzerinden bir yıl dahi geçmeden, şüpheli ve sanıkla ilgili arama işlemlerinde, eskiden olduğu gibi yeniden “makul şüphe” kriteri getirilmiş ve Cumhurbaşkanı bu kanunu da, geçen cuma günü onaylamıştır. Çünkü şimdi de paralel yapının tasfiye edilmesi, gözdağı verilmesi gerekmiştir. Böylece ilk makul şüphe operasyonumuz da tarihteki yerini almıştır.
              Ayrıca eskiden tutuklama ve arama kararlarına hangi hâkimin karar vereceğini belirlemek çok güçtü. Bu kararları Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemeleri verir, bunlara itiraz da yine nöbetçi bir üst mahkemeye yapılırdı. Ancak bunun içinde Sulh Ceza hâkimlikleri kuruldu.   Artık arama ve tutuklama kararlarına sadece bu hâkimlerin bakması sağlandı.
           Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cuma günü onayladığı kanun gerekçe gösterilerek, 14 Aralık Operasyonu kapsamında soruşturulacak şüpheliler ve avukatlarının, soruşturma dosyasını incelemelerine ve dosyadan örnek almalarına da kısıtlama getirildi.
         Tüm bu değişikliklerin yanında, yürürlüğe giren 6. Yargı Paketiyle, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın yapısının tamamen değiştirilecek olması da, yargı bağımsızlığına ilişkin son kırıntıları da ortadan kaldıracak niteliktedir.  
            Dolayısıyla olay, sadece bir iktidar-cemaat hesaplaşması olarak değil, yargının tamamen yürütmenin emrine girmesinin, başka bir deyişle fiili rejim değişikliğinin, cemaat operasyonu üzerinden dışa yansıması olarak görülmelidir.
         MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
         M. Kemal Atatürk’ün sanki bugünleri öngörerek 1925’de söylediği;  “Özgürlük ve yasayı araç gibi ileri sürerek Türk ulusunun en küçük menfaatini bile tehlikeye uğratmak hakkına hiç kimse sahip değildir.” sözü ne kadar da anlamlıdır (Behzat Şaşal. Atatürk’ü tanımak ve anlamak, s.36)

26 Ağustos 2014 Salı

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE!.. Mustafa Nevruz SINACI

MEZHEPLER YOK HÜKMÜNDE!..
Mustafa Nevruz SINACI
Ben İnsan ve Kültür Ocağı’nın Genel Başkanı iken (1999-2002), günün en liyakatli din adamları, kanaat önderleri ve bilim insanları ile uzun süre, “İnsan’ın istismarı mı, yoksa din’in istismarı mı daha kötüdür?” araştırması, incelemesi ve tartışması yaptık. Halkın yaşam alanlarına girdik, evlerine, işyerlerine, Stk’larına konuk olduk. Çeşitli inanç grupları, mezhep ve tarikat mensupları arasında gezindik ve hep aynı sorunun cevabını bulmaya çalıştık.  
Yaklaşık üç yıl süren araştırma (daha doğrusu soruşturma), bire bir mülâkat, seminer, sempozyum, sohbet ve konferans (Dr. Halûk Nurbaki, Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Ahmet Sonel, Prof. Hayrani Altıntaş, Prof. Bozkurt Güvenç, Prof. Kâzım Y. Kopraman, Prof. Kâmil Turan, Prof. Abdurrahman Güzel, Prof. İ. Orhan Türköz, Prof. Mustafa Erdoğan, Y. Bülent Bakiler, Vehbi Sınmaz, Behzat Şaşal ve daha pek çok bilim insanı ile yüzlerce bireysel obje) mülâkat ve konferans tutanakları; Yüksek Danışma ve Bilim Kurulu tarafından tam bir dikkat ve hassasiyetle incelendi. Ortaya çıkan “müteselsil karar ve uzlaşma” mutabakat metni şu:
“Rab, önce insanı yarattı. Sonra basitten mükemmele doğru ilerleyen ve daima önceki, sonrakini müjdeleyen (haber veren); Sonraki, öncekini tamamlayan, bütünleyen ve ileri doğru yeni ufuklar açan bir süreçle dini inzal ve inşa etti. Meratipte Yüce Yaratıcıdan sonra gelen en kutsal varlık insan; Ahseni takvim üzere yaratılmıştır. Eşrefi ‘en şerefli’ mahlûktur. Bu sıfatla “İnsan merkez varlıktır.” Evren İnsan’ın etrafında döner. İnsan ise nihayetinde Rabbine döner. Dolayısıyla insanın istismarı, ‘kul hakkı’na taalluk eden’ bilumum insanlık suçlarının tamamı ile birlikte; Suiistimal dâhil en ağır suç ve en büyük cezayı mülzem cürümdür.”
Not: 1. İlk İnsan ve ilk Peygamber Hazreti Âdem(SA)’den, son Peygamber (Hatem-ül Embiyâ) Muhammed Mustafa (SAV)’a kadar gelen yüzlerce ve/veya binlerce Peygamberin tamamının dini İslâm, kendileri Müslüman’dır. Sadece şeraitleri (hukuk, ibadet ve davranış biçimleri) Musevi, İsevi, Muhammedi vd., gibi kendi isimleri ile anılır.
Not: 2. Yüce Yaratıcı, hiçbir şekil ve surette “kul hakkı” kapsamına giren suçlara af ve mağfiret etmeyeceğini, ayette açıkça ifade; İnsanları şiddetle ikaz, kesinlikle men ve asla “kul hakkına tecavüz edilmemesini” tembih etmiştir. (Kapsama; Hayvanlara saygı, hak ve adaletle muamele, kötülüğü men ve doğal dengeyi koruma, dünyayı imar ve inşa görevi de dâhildir.)
Lâkin bu gün Türk-İslâm dünyası kan ağlıyor, insanlık âlemi vahşi bir tehdide maruz. 
Katliam ve vahşetin adı: İnsanlık düşmanlığı Mezhepçilik         
Arapça ‘Mezhep’ kelimesinin Türkçesi ‘gidilen yol’ demektir. Bu anlamda ‘Tarikat’ kavramıyla yakın bir anlam içerir. Yani, ‘Tarikat’ kelimesi ‘Yol’ anlamına gelen ‘Tarik’ sözcüğünün çoğuludur, ‘Yollar’ anlamına gelir. Arapçada ‘Parti’ anlamına gelen “Hizb” kelimesi de yine “Mezheb-Mezhep” kelimesi ile aynı köktendir. Hizb’ullah, Hizb’uttahrir, Hizb’i İslami gibi. Anlaşılacağı üzere: ‘Mezhep’ bir nevi ‘Hizb’, yani “Parti” demektir.
Bu yapay/sanal, uydurma ve zorlama nedeniyledir ki bu gün; Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler İslâm âleminin çıbanbaşı, kanayan yarası, ıstırap kaynağı ve dahi başının belâsıdır. Böylece, insanlık huzurlu olsun, adalet, refah, eşitlik, güvenlik ve saadet içinde yaşasın diye vahyedilen din; Tin tüccarları, Mezhep simsarları ve Cemaat Sahibi şeytanlaşmış ceberrutlar tarafından İnsanlık, doğal denge ve yaşam aleyhine kullanılır hale gelmiştir. Ne kötü!.. 
Peki, Dinin partisi olur mu? Hazreti Peygamberin Partisi-Mezhebi neydi? Üstelik bu taassubun bir de etnik yanı var. Meselâ Türk Dünyasının ekseriyeti, İmamı Azâm Ebu Hânife ve İmam Maturidî Türk olduğu için Hanefi Mezhebine dâhildirler. Abdullah bin Sebe türevi Şia Fars, Beni Kaynuka (Suudi) Yahudileri Vehhabi, diğer Mezhep, Tarikat ve Cemaatlerin neredeyse tamamı etnik kökenli olup; Hak Mezhep / Batıl Mezhep iddiası da yanlıştır.
Sonuçta: Tüm Mezhepler, sahte Tarikatlar ve organize Cemaatler yok hükmünde olup; İnsanlığa zararlı, Arı-duru, saf, salim ve hakiki İslâm’a mugayir ve mülgadırlar. Kaldı ki, ilk Mezhep Hz. Peygamberden 200 yıl sonra ortaya çıkmış; İttihat ve tevhid dininin kitabında bu günkü anlamda bir mezhebe işaret edilmemiştir.
            İslâm "ehli sünnet ve'l cemaat itikadı" üzre kaimdir.
         ***
ELEŞTİRİ, YORUM VE KATKILAR:
Sayın Mustafa Nevruz Sınacı Bey;
Mezhepler konusunda her kafadan bir ses çıkmaktadır ama günümüz  AYM, Danıştay Yargıtay içtihatları ve devleti yönetmeye talip olan partilerin arasındaki  yönetim tarzı benzeşmezlikleri ve ayrılıkları aslında bir din olarak dayatılan rejimin mezhepler farklarıdır. Üstelik rejim insan uydurmasıdır ve ilahi bir tarafı olmadığı gibi insanlar arasındaki bir konsensus ile 
kabul edilmekten çok islam ülkelerine savaşla dayatılmış kabule mecbur kalınmış konulardır. 
Bu konuda Uğur Mumcunun olduğu söylenen gerçekçi bir tespiti vardır.
Türk vatandaşı tanımı: isviçre medeni kanununa göre evlenen, italyan ceza yasasına göre cezalandırılan, alman ceza muhakemesi kanununa göre yargılanan, fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir. (uğur mumcudan)   
Böyle bir ülkede tüm değerleri ortadan kaldırılmış bir halkın bin yılda oluşturduğu ve batı dünyasının yanında, din, ahlak, adalet, insanların eşitliği, kültür, insanlık konularında kıyas kabul etmeyecek kadar ahlaksız çıkarcı.; Katliamcı batının bütün mezheplerinin sadece çıkar, sömürge edinmek, siyahları Müslümanları insandan saymamak gibi ahlaksız yapılanmaları yerine Müslümanları 1300 yıl medeniyetin merkezi yapmış İslam medeniyetinin çok  önemli içtihat farklılıklarının rollerini bir yana bırakıp hepsini toptan suçlu ilan etmek bilgiden çok ideolojik karşı çıkışlardır diye düşünüyorum…
Burada yani bunların her şeyi doğrumu ya da hepside mutlaka doğru yolda mı diye sorarsanız buna cevabım: “Siz hiç sahte 15 - 23 - 32 lira olarak basılmış sahte para gördünüz mü diye sorarım.
Cevabınız böyle bir para yok ki 10 - 20 - 50 - var ama 15 - 23 gibi basılmış para yok demek zorunda kalırsınız. İşte asıl meselede buradadır. Bir şeyin aslı olmazsa sahtesi üretilmez. O halde sahtelerini gördü iseniz bunların mutlaka hakikisi de (doru) vardır.”
Bizler birinci dünya savaşını kaybedip parçalanmış büyük bir dünya kültürünün parçalarıyız. 
Bizlerin tekrar aynı kültüre dönüp yeniden dünyaya hakim olacak en adil düzeni kurarak  dünyadaki çıkar ve  emperyalis amaçlı kirli savaşların kirli galiplerinin dünyadaki tüm insanlar arasında çeşitli alanlarda  insanları bir birleri ile savaştırabilmek için istihbarat kurumlarınca devşirilip medyaları tarafından şişirilen cahil ve ne yaptığını bilmez kişilerin kullanıldığı mezheplerin tarikatların geleneklerin gerçek olanlarını kötülemekte kullanılan IŞİD gibi F. Gülen gibi pek çok türün
sahte ve aslına uymayan paralar gibi çıkarılan mezhep ve sairenin aslında bizlerin dünyaya hakim olabilecek ve insanlığım muhtaç olduğu kültürümüze karşı Batıların ve Siyonizmin korku savaşlarının sonucu ürettikleri sahte mezheplerin kullanılmasına bizlerin aldanmamamız lazımdır.
Evet, bir sürü cahil ortalığı karıştırmakta kullanılıyor olsa da, bilelim ki ortada görülen münasebetsizlikler temsil ettikleri iddia edilen şeylerin sahteleridirler. 
Selam ve Saygılarımla
Ahmet Doğan Şimşek
*
Sevgili Kavik Abi,
Mezhepler elbette yok hükmündedir, öyle olmak da zorundadır. 
Bunu savunmak bireysel mezhepçiliği doğurduğu savınıza katılmam mümkün değildir. Mezhepleri reddetmek Müslüman’ın en asli görevlerinden biridir. Mezhepleri reddeden, kuranı esas alan sünneti belki kendi itikadında yorumlar ki bundan da doğalı olamaz. Biliyoruz ki sünnet adı altında binlerce hadis ve söylence peygambere atfedilerek dine eklenmiş, tarikatlar yolu ile şirk ortaya çıkmıştır. 
Tarikatlar, mezheplerin günümüzdeki zararları hepimizin malumudur.
Tuncay DEĞİŞ  (tdegis69@yahoo.com) [Ozgur_Gundem]
*
Mezhepler gerçekten yok hükmünde mi?
Bakalım. Tahlil edelim.
Savrulma salınımının iki ucu.
İfrat ve Tefrittir.
Fatiha suresinde, kendisine nimet verilenlerin yoluna bizi hidayet etmesi için dua ve yakarış formatında "ihdines-sıratal müstakim" şeklinde ifadesini bulan ve bizi dosdoğru yolun aydınlığına ulaştır diye bize istikametimizin çizgisinin anahtarını vermekte ; bu arada istikametten savrulmanın da şifresini bize bildirmekte. "Gayril ma'dubi aleyhim veleddaalliin."  İstikametten savrulmanın 2 önemli sapma dalalet ehli (istikametten sapmış sapkınlar güruhu) ve kendilerine gazap edilenler
İfrat ve tefrit, istikametten sapmanın ve savrulmanın 2 farklı boyutu.
İfrat dini din sahibinin iradesi hilafına artırma ameliyesi
Tefrit ise din sahibinin iradesi hilafına dini azaltma, gevşetme sulandırma ameliyesi
Benimsediği, mensubu olduğu mezhebi dinleştiren, yani kitap ve sünnetin önüne ve önceliğine alan, mezhebini dini yerine ikame eden ifrat bataklığına sapmış olur. 
Mezheplerin gereksizliği ve batıllığını, gereksizliğini, lüzumsuzluğunu iddia edenler de dini anlama, anlamlandırma ve yorumlama noktasında düşünce özgürlüğünü ve buna bağlı olarak da içtihat etmenin önüne set çekerek tefrit bataklığına sapmış olur.
Esasen mezheplerin gereksizliği ve lüzumsuzluğunu, yok hükmünde olduğunu iddia edenler kendi kendileriyle de çeliştiklerinin farkında değiller. Esasen bu tür düşünceyi savunanların bizatihi kendileri kendi kendilerinin tabi olduğu tek kişilik mezhep ihdas ettiklerinin farkında değillerdir.
Bu nasıl olmakta?
Bir adam bir takım fikirleri ifade eder, yayımlarken bu fikirlerinin doğruluğunu desteklemek için Kuran-ı Kerimden bir takım ayetler sunuyor ve bu ayetleri kendi fikriyatı için delil ve dayanak olarak kullanıyorsa, yani ayeti kendi aklınca, kendi bilgisi çerçevesinde nasıl anladığı ve anlaşılması gerektiğini bize izah ediyor demektir.
İşte bu yaklaşım Kuran ayetlerini kendi anlayışı çerçevesinde yorumlama ameliyesidir ki bunu yapmakla o kişi ayeti kendi çapında yorumlayarak kendine ait özgün içtihadını bizlere sunuyor olmuş olur. Bu yaklaşım ile esasen kişisel anlamda kendine ait bir mezhebi yani kendi tuttuğu yol ve yöntemi, kendi ictihadını yani kendi çıkarımını bizlere sunmaktadır. Eğer bu kişinin bu çıkarımına, yorumuna, anlayışına ve ictihadına bir başkaları da tasvip ederek uyarsa al sana yeni bir mezhep ihdas olmuş demektir.
İşte görüldüğü gibi tarihte ortaya çıkan bir takım mezhepleri yok hükmüne indirgeyen ve bu mezheplerin arkasından gidilmesini şiddetle kınayan kimseler, kınadıkları şeyleri bizatihi kendilerinin ifa ettikleri, bir başka mezhepleri tarihin çöplüğüne yuvarlamak peşinde gayret gösterirken kendine ait kişiselleştirdiği mezhebinin peşine insanları davet ettiğinin farkında bile değillerdir.
İnsanlarda akletme melekesi, düşünme yeteneği, meseleleri tahlil etme becerisi olduğu müddetçe Kuranı anlama ve anlamlandırma çabası da her daim olacaktır. Ayetleri yorumlama ve onlardan hüküm çıkarma ve ictihad etme ameliyesi de bu durumda hep var olmaya devam edecektir. Bu durumda farklı farklı yorumlar ve ictihadların varlığını da beraberinde getirecektir. Bu farklı yorum ve ictihadları bir takım insanlar benimseyecek ve bu yorum ve ictihad çerçevesinde anlayıp ona göre amel edecektir. Bu durumda farklı farklı ictihadları benimseyen toplulukların hep var olacağı yani mezheplerin hep var olmasının tabii olacağı neticesine götürür bizi.
Mezhepler yok hükmünde diyen şahıs da Kuran ayetleri süslü bir takım mesajlarını bizlerle paylaşmakla esasen kendisi bizatihi bir mezhep ve yol tutturmakla mezhepleri yaşatmakta olduğundan ne yazık ki gafil.
Selamlar, Yunus Kavik
25 Ağustos 2014 12:02 Pazartesi tarihinde "Yunus Kavik ykavik@gmail.com [Ozgur_Gundem]"

21 Kasım 2013 Perşembe

Yekta Güngör Özden

15 Eylül 2012 Cumartesi
Yekta Güngör Özden; "Açıklıyor ve Öneriyor"
Daha neler göreceğiz..
Yekta Güngör Özden
1970’lerde başlayan sıkmabaş yaygarası başörtüsü ve türban yalanıyla son dönemecini aldı. İktidar, cami-mescit, tarikat-türbe, siyaset-sokak baskısı altında Anayasa ve yasalarla oynayarak yargı kararlarını aşıp sıkmabaşı yaygınlaştırma amacına ulaştı. Ama, yapılan-yapılacak düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi kararını ortadan kaldıramayacağı gerçeğini bir türlü kavrayamadı. Yaranma ve yanaşma çabasındaki sözde hukukçularla aşama kazandığını sanarak hukuk suçlusu oldu. Anayasa Mahkemesi’nin 1989/1-12 sayılı kararının dayanağı olan Anayasa’nın 2., 24., 174. maddeleriyle Başlangıç bölümünde bir değişikliğe gidilmeden karara aykırı uygulama olanağı aramak ve kimi maddelerle oynayarak amacı sağlamak asla sağlıklı değildir. Asla hukuksal değildir. Devlet biçimi cumhuriyeti olumsuz etkileyecek her öz değişikliğini Anayasa Mahkemesi biçim yönünden ele alıp denetleyebileceği gibi koşulları dışındaki biçim değişikliğine doğrudan elatabilir. Yeter ki dâva açılmış olsun. Mahkemenin yapısından, iktidar ilişkilerinden ya da bilinmeyen nedenlerden umutlananlar her zaman yanılabilirler.
Siyasal partilere güvenilemeyeceğinin en yeni örneğine herkes tanık olmuştur. İktidarın sözlerine çocuklar bile güvenemez. Konunun üniversitelerle sınırlı kalacağını sanmak aldanmaktır. Şimdiden ilköğretimde bile sıkmabaşlılar boygöstermeye başladı. Çarşafla sınava girenler var. Bir an için öğretim ve yargı kürsülerinde sıkmabaşlı bayanları, devlet birimlerinde bohçabaşlı müdürleri, memurları, uzmanları, hastane ve polis karakollarında kapalı giysili görevlileri düşünmek yeter. Nedir, ne oluyor? Herkes böyle olsa elde edilen, kazanılan nedir? Üniversiteyle yetinmeyeceklerini kadın-erkek AKP militanları açıklıyor. Yavaş yavaş her yere yayacaklar. Üniversiteyi bitiren kızlar “Neden mesleğimi sıkmabaşla yapamıyorum?” diye dayatacak. Yarın, devletin her organında, her biriminde olay çıkartıp dinci sistem çığlıklarını artıracaklar. Çenesi düşüklerle çenebazlar çenelerinin bağlanmasına râzı olmaz, bununla yetinmezler. Görünen köy kılavuz istemez. Kindar, düşmanca bakışlarla sergilenen, pankartlarla açıklanan lâik devlet karşıtlıklarına, şirretçe konuşmalara bakmak yeter. Ülkenin nice yaşamsal sorunu sahipsiz. Bunlara değinen yok. Gözleri kararmış biçimde, hiç bir şeye aldırmadan, hukuk dinlemeden, yargıyı saymadan, Anayasa’ya sadakat andına dudak bükerek bildiğini okuma efeliği çok şey yitirilmesine neden olmaktadır.
Olağan, alışılmış-geleneksel başörtüsü her yerde serbest. Böyle örtü kullanarak üniversiteye gidip gelene de bir şey söylenmiyor. Derse başaçık girilir. Sıkmabaş dayatması dinci düzen girişimidir. İktidar çağdaşlığı, demokratlığı, başı açık öğrenciliğin erdemini sağlayamadı. İlericilerin dağınıklığı, ilgisizliği, tembelliği günümüzdeki sonucu getirdi. Ödünlerle Türk Devrimi’ne, hukuka, yargıya, uygarlığa, çağdaşlığa kıyıldı. Türkiye’ye yazık oldu. Ülkeyi imamistana çevirmeye çalışıyorlar. Eğitim-öğretim için, haklar ve özgürlükler için, bağımsızlık ve demokrasi için, yükümlülükler için, sağlık, sosyal güvenlik, işsizlik, ulaşım, iletişim için, ahlâk ve adalet için, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği için, ekonomi için, dış ilişkiler için, Lozan için, Trakya için, terör için, adaların silahsızlandırılması için çaba yok. Tersine Patrikhane’nin ekümenlik savı ve Ruhban Okulu açılması için destek var. Enerji sorunu için yeterli çalışma yok. Ocak ayının son günlerinde yine taşıt kundaklamaları oldu. DTP’liler yine kışkırtıcı-sakıncalı konuşmalarını sürdürdüler? Ne yapıldı?
Devleti yönetemeyen, gerici-tutucu kesime yenik düşen siyasetçileri bırakıp yargıçlar yönetiyormuş gibi yazılarla kamuoyunu yanıltan yanaşmalar türedi. Hukuk, devlet, yargı ve görev bilincinden yoksun medya militanları karşıoylarla kararları bile ayıramıyor. Üstelik çarpıtıyor, saptırıyor. Atatürk cumhuriyeti, lâiklik karşıtı bu eski hükümlüler Türkiye karardıkça zil takıp oynuyorlar. Hınçlarını alamadıklarından sürekli kin kusuyorlar. Okuduğunu anlamayan, bilgiçlik taslayarak bilgisizliğini ortaya koyan eski faşist, yeni liberal özentileri önceleri kutladıkları kimseyi sonra kötüleyen ikiyüzlü çıkarcılardır. Yalakalığına soyundukları kimse umdukları gibi davranmayınca değişik nedenler ve bahanelerle kötülemeye kalkışan softa ve molla yapılılar toplumun yüzkarasıdır. Dinci diktaya gidişi söyleyip yazıyoruz. Sansürcü ve iktidarcı medya yer vermediği için niteleme yeni sanılıyor. “Sıkıntıyı gidermek, sorunu çözmek, özgürlük sağlamak” savlarına kargalar bile güler. Zaman neler gösterecek göreceğiz, izleyeceğiz. Cumhurbaşkanı’nın halkoylamasına gideceğini sanmıyorum. Temeli sakat olan halkoylaması duruma geçerlik kazandıramaz. Yasama organının dokunamayacağı, elatamayacağı, değiştiremeyeceği Anayasa kurallarıyla oynanarak alınan sonuçlar eylemli biçimde yürürlüğe konulsa da sakatlıktan kurtulamaz.
Örnek
Kimi öğretim üyelerinin Atatürk’e hakaret ettiği bir ortamda İstanbul-Bahçelievler Belediye Başkanı Atatürk’ün Büyük Söylevi’yle Mehmet Akif’in yaşamı ve anılarını bastırıp bölgesindeki tüm eğitim ve öğretim kurumlarına dağıtmış. Onar bin tane basılan yapıtlara ilişkin açıklamasıyla AKP’li Başkan Osman DEVELİOĞLU partililerince örnek alınmalıdır. Başkanı bu soylu girişimi nedeniyle kutluyorum.
Konuk Başbakan
Türkiye ve Yunanistan Başbakanlarının sarmaş-dolaş sayılacak yakınlıklarına bakıp işlerin iyi gittiğini sanmak yanılmadır. Yunanistan Başbakanı elde ettikleri kazanımlar nedeniyle Türkiye’ye geldi. Trakya, Ege, Kıbrıs, AB konularında koşullu okşayış sözlerinden başka bir şey elde edemeyen yan Türkiye’dir. İktidar ziyaretle neyi çözümlediğini, neler sağlandığını, neleri giderip önlediğini açıklayamamıştır. Ödünler veren, yitiren, bir şey elde edemeyen yan olarak kalmaktan ötede Patrikhane’nin ekümenlik savıyla Ruhban Okulu isteklerine de destek veren sorumsuz açıklamalar birbirine eklenmektedir.
Ekonomi
Borsa dalgalanmaları, ABD açılımları sorunu çözecek etkide görünmüyor. Son beş yılda %90’ı bulan artışla 238 miyar dolara ulaşan toplam dış borç ekonomi alanında özenli çalışmaları gerektirirken ortada bu yolda bir çabanın belirtisi görülmemektedir. Siyaseti yönlendirecek değişim olasılıkları herkesi düşündürmelidir.
Önerim: 
Kitap sevgisinin gereği olan önerileri içtenlikle sürdürüyoruz. Behzat ŞAŞAL’ın Akasya Kitap yayınları dizisindeki “Cumhuriyete Gölge Düşürenler” ile “Güldürürken Düşündüren Nasrettin Hoca’ya Çağdaş Bakış” adlı iki yapıtını okurlarımıza salık veriyoruz. Yararlanacakları bilgileri içeren iki doyurucu çalışmadır.

Nasrettin Hoca'ya Farklı bir bakış....

Nasrettin Hoca'ya 
Farklı bir bakış....
Kizilmavice 25.04.2009 20:54:15
Okumak saygınlıkdır diye düşünüyorum herkesi okumaya davet ediyorum...
Blog sayfam var oldukca okuduğum kitapları size takdim etmeye çalısıcam.
"Güldürürken düşündüren Nasrettin hoca''ya çağdaş bakış..."
Behzat ŞAŞAL.....
Behzat ŞAŞAL,

Duyumlarıyla değil,beyinleriyle öğrenenlere armağan olsun...
demiş, kitabın girişinde. 
Nasrettin hoca'yla aramızdaki ilişkiyi veya durumu,
''Güleriz ağlanacak halimize''
''sözünden daha iyi belirten, açıklayan başka bi söz varmıdır,bilemiyorum.
Toplumumuz, asırlardan beri Nasrettin hoca''nın söz ve davranısları üzerinde düşünmeye değil, gülmeye şartlanmış olduğundan bu durum hala devam edip gitmektedir.
Bu durum karşısında biz mi Nasrettin hoca''ya gülüyoruz, yoksa Nasrettin hoca mı bizim bu halimize acı bir tebessümle gülümsemektedir?....
diye devam ediyor...
Yazar "BEHZAT ŞAŞAL",
eğitici bir kitap öğrenecek bir çok konu içeriyor...



Bir Nasreddin Hoca Hikayesi 
(İNŞALLAH)  M. Selami ÇEKMEGİL
TRT televizyonunda, program yapımcısı Şahin DEMİRAL bey'in mültefit davetleriyle katıldığım “İstanbul’un Fethi” konusundaki bir söyleşi programının, TRT-GAP'ta da yayınlanacağı önceden duyurulduğu halde, yayınlanacağı zaman diliminin, sanki çok mühimmiş gibi, “Meclis Saatine denk gelmesi” şeklinde belirtilen “zaruri bir sebep”le ertelenmesi, bana bir Nasrettin hoca fıkrasını hatırlatmıştı.
***
Nasreddin Hoca uluslararası bir şöhrettir. Onu İranlılar da sahiplenirler yer yer, molla Nasrettin ismiyle. O'nun nükteleriyle de neşelenmek isterler bir nebze… Doğrusu, nedendir bilmem ama İngilizler -her güzel şey gibi sanki - onu da bizden alarak -zorlamalarla- İran’a
yakıştırmayı daha tercih ederler gibi gelmişti bana o zaman…Oysa ki Nasrettin hoca fıkralarında, aşağıda anlatacağım fıkrada da görüleceği üzere, Farsi hiçbir espri yoktur; bulamazsınız. İngilizler’in -her güzelliğimiz gibi- onu da bizden alarak komşuya monte etmeye çalışması kanımca nafile bir çaba…
Nasreddin hocanın ana karakteristiği, -tarihten, ansiklopedilerden ve Prof. Dr. Mikail Bayram hocamızdan aldığımız izlenimlere göre- iyi bir Müslüman olmasıdır. Fıkraları çok kez anonimleşmiş olsa da belli bir karakteristik içinde maşeri aklı telkin ederler.
Otuz yıl önce bir gün İngiltere’de oğlum, ilkokul 1. sınıftan eve dönünce bana bir Nasrettin hoca fıkrası anlatmıştı; hem de ne fıkra... Hala o sevimli anlatım tarzıyla hatıramdadır, hala olabildiğince canlıdır zihnimde bu fıkra... Buradaki okullarda hiçbir çocuğumuzun bugün böyle bir fıkra öğrenmiş olabileceği ihtimalini düşünemez bile bizim insanımız... Fıkra şöyle idi:
Bir akşam, elektrikli aydınlatma olmayan o dönemde Hoca, yatsı namazını kıldıktan sonra yatağa gidince hanımefendisiyle beraber, yastık sohbeti cümlesinden olarak der ki: "hanım, kazma, kürek ve beli hazırladım; yarın hava iyi olursa -erkence- bahçeyi bellemeye (eşelemeye) gideceğim; yok hava kötü olursa, balta, çuval, nacağı alır ormana odun kesmeye giderim. Sen uykunu bölme, rahatına bak; beni merak etme..." Hocanın hanımefendisi gerçekten çok iyi, mümin ve gerçek bir hanımefendi imiş. Demiş ki: "Hoca!.. iyi Müslümanlar gibi inşallah de konuşurken!.." Hoca, hanımefendinin bu uyarısına oldukça kızmış; hem de mütehakkim, rahatsız olan bir eda içinde: "Hanım, ne diyorsun sen; iki ihtimal söylüyorum, ya ormana gideceğim, odun getireceğim hava bozuk olursa; ya bahçeye gidip bahçeyi belleyeceğim (kazacağım) hava güneşli olursa... Bunun inşallahı maşallahı mı var; ya öyle ya böyle..." Hanımefendi bakmış Hocanın kaşları çatık ve sinirlendi; ne yapsın susuvermiş tartışmayı tırmandırmamak için… Uyumuşlar... Ertesi gün hoca uyanmış; bakmış hava güllük-güneşlik; kuşlar şarkılar söylüyor -daha betonarme şehirlere gömülmediğimiz- o yemyeşil bahar sabahı dönemlerinde… Kalkmış, büyük bir neş’e içinde, şarkılar mırıldanarak, toplamış kazma kürek ve beli çuvalın içine, yerleştirmiş şöhretli eşeğinin üstüne, bahçeyi belleme niyetiyle yönelmiş menziline.
Yolda giderken bakmış karşıdan üç asker geliyor. Askerler bir adres arıyorlarmış. Görünce hocayı -yaşlıca- bilgin bir hava içinde, bu adam kesin bilir bu adresi düşüncesi ile, sormak istemişler aradıkları yeri bu sevimli hoca efendiye: Hocam, "falan filan yeri arıyoruz oraya nasıl gidilir", diye... Hoca kafası içinde şimşekler çakmış halde, şimdi bu çetrefilli adresi bilir de bunlara anlatmaya kalkarsam en az on-onbeş dakikama mal olur endişesi içinde, hemen kolayından: “hayır, ben orayı bilmiyorum..” demiş, kısa yoldan sıyırmak düşüncesiyle. Askerler, hocanın yalan söylediğini anlamışlar ve adresi söyletmek içim başlamışlar dövmeye. Hayli de hırpalamışlar hani... Hoca dayanamayınca sopaya, durun, durun biliyorum diyerek başlamış adresi bülbül gibi anlatıvermeye. Adres girift ve uzunca imiş. Demişler: “Hoca, bu adres çok karmaşık, bi zahmet sen götüreceksin bizi o yere..” Hoca çaresiz, eşek üstünde, askerler yaya: git Allah git... Neyse, varmışlar gidecekleri yere; sonra da ufak ve numaradan bir teşekkürle bırakmışlar hocayı kendi haline. Yol uzun, hoca ezik, tekrar aynı yollardan dönerken eve, başlamaz mı bir de sağanak bir yağmur silkelemeye. Hoca sırılsıklam, git Allah git aynı yollardan yeniden, nihayet varmış evine. Vakit gece, belki de saat on iki. Çalmış kapıyı önce kibarca; hanımefendi derin uykuda. Bir daha, bir daha çalmış, gittikçe artan bir çaba içinde… Nihayet, hanımefendi uyanmış derin uykusundan ve ses vermiş kapı ardından: “Kim o, kim o”, diye. Hoca:
- Benim, ben; İNŞALLAH!.. deyivermiş efendice...
Y o r u m l a r :,
Yazar gülenay açık 2007-06-06 09:35:15Merhabalar slm bey ben Nuran öncekle konuşmanızın yayınlanmamasına üzündüm eminim faydalı bir konuşa olmuştur dinleme gibi bir şansım olmadı malesef.Yaznızı okudum bazen evdeki hesap çarşıya uymuyor hayatı ne kadar planlasakta istemediğimiz tatsız zorluklar yaşaya biliyoruz önemli olan üstesinden gelebilmek herşeye rağmen şükredip hayata gülümsemekte çok önemli ama yapacağımız işlerden çok niyetlerimizinde icten olması da çok önemli. Saygılar.
HOCA BİRGÜN
Yazar abdullah efendi açık 2007-06-09 21:42:08Akşehirin zenginlerinden bir zat hocaya bir gün elli akçe vererek :
- Efendi benim içinde beş vakit dua ediver, der.
Hoca hemen bunun on akçesini iade etmiş ve :
- Duacınız çoktandır sabah namazına kalkamıyor.Günün dört saatinde edeceğim dua için beş vakit dua parası alamam, Allahtan korkarım , demiş
İleti...
Yazar Sanih açık 2007-09-07 13:10:24Sayın hocamız Prof. Dr. İSA KAYACAN'dan gelen aydınlıtıcı bir değerlendirmeyi aşağıda iletiyorum. Hocamıza teşekkürler sunuyorum...
Nasrettin Hoca'ya çağdaş bakış
Prof. Dr. İSA KAYACAN 

Nasrettin hoca deyince aklımıza gelen ilk gerçek: Güldürürken, düşündürüyor olması.
Bu gerçekten hareketle, araştırmacı-Yazar Behzat Şaşal yeni bir yayın ortaya koydu.
Adı: Güldürürken Düşündüren Nasrettin Hoca'ya Çağdaş Bakış.
Kitap 374 sayfayla, Ankara'da "Akasya-Kitap" yayınları arasında gün yüzü gördü.
Behzat Şaşal'ın, "Duygularıyla değil, beyinleriyle öğrenenlere armağan olsun" şeklinde anlamlı, birazda sitemli bir ithafı var beyinleriyle öğrenenlere ihtiyacımız olduğunu sürekli hatırlayabilsek, bunlarla yaşabilsek, ne kadar güzel olur değil mi?
Yayınevi yöneticilerince yazılan bir önsöz var kitabın ilk sayfalarından birinde. Bu önsözün bir yerinde de:
- "Nasrettin Hoca, asırlarca önce o ince zekasıyla insanları güldürerek düşünme eylemini uygulayarak insanlara öğretim ve eğitim sistemini uygulamış büyük bir bilge kişidir" deniyor.
Nasrettin Hoca'nın bilinen veya az bilinen (hiç bilinmeyen demeye dilim varmıyor.. Bilinmeyen fıkrasının bulunduğunu inanmak istemiyorum) fıkralarının genel yorumları yapılmakta Behzat Şaşal tarafından.
Bunlar ustalıkla, dikkatlilik içinde ve en ince noktasına kadar yorumlanmak suretiyle gerçekleştirilmiş.
Örneğin; Parayı veren düdüğü çalar, Hocanın eşeğine ters binmesi, Hırsızın hiç mi suçu yok? Bakalım kara kitap ne buyurur, Bir kişilik eksik verin, Her gün bayram olsaydı, Ye kürküm ye gibi fıkralar anlatıldığından, bilindiğinden daha bir başka açıklık ve netlik içinde sayfalara aktarılmış. Behzat Şaşal'ın yorum ustalığı kendini göstermiş.
Bu ustalık, fıkranın arkasından "kıssadan hisse" başlığı altında verilirken, burada sergilenip ortaya konulurken okuyucuların zeka derinliklerine aktarılma gayreti gösterilmiş.
Hani şu "Yorgan gitti, kavga bitti" adlı fıkra var ya: Hoca bir kış günü kapısının önünde kavga sesleri duyar. Hoca, karısının "yat yatağından dışarı çıkma" ikazına rağmen yattığı yorgana sarılıp dışarı çıkar ya... Sonra, soğuktan titreyerek içeri girer ya hoca Karısı, kavganın nedenini sorunca, hoca, "Kavga bizim yorgan içinmiş, yorgan gitti, kavga bitti" der ya... Bu fıkranın yorumuna Behzat Şaşal şu cümlelerle başlıyor:
- Kapımızın önünde veya evimizin içinde olsun, bizden miras hakkı doğabilecek kişiler arasında açık ve gizli, zamanlı ve zamansız yapılan çekişmelerin, kavgaların nedeni, bizim mallarımızdan onlara düşecek olan payın kavgası, çekişmesi olabilir...
Tebriklerimi sunuyorum efendim.
Catch steaming movies how?
Yazar FrouFrouFrou açık 2010-07-07 08:02:40

NAZİF KARAÇAM yazdı...

Detaylar
ŞAİR VE YAZAR BEHZAT ŞAŞAL HAKKINDA
NAZİF KARAÇAM
Behzat Şaşal, Kırklarelili değil. Fakat Kırklareli’ni bilen entellektüel bir şair ve yazardır. Aslen Eskişehirli olup, Ankara’da yaşamaktadır.  ( 26 10 2009 - 00:48 )
Mimar ve şehir planlamacısı olarak Iller Bankasında çalıştı ve emekli oldu. Arkadaşlığımız, dostluğumuz 1957 yılında Ankara’da Yedeksubaylığımız sırasında başladı. Elli yıldan beri devam ediyor.
Behzat Şaşal’ı daha önce yazdığımı ve tanıttığımı hatırlıyorum. Ancak bu değerli Cumhuriyet Aydını’nı, içtenlikli Atatürkçü’yü bir başka açıdan anlatmayı gerekli görüyorum ve bunun da benim işim olduğunu düşünüyorum.
Behzat Şaşal, Kırklareli’nde kitap bastırıp çıkaran ikinci kişidir. Kırklareli’nin ilk kitap yazanı ve çıkaranı Gazeteci Ali Rıza Dursunkaya’dır. Ondan sonra Behzat Şaşal gelir. Şaşal, “DİLEKÇE” adlı şiir kitabında topladığı şiirlerini Kırklareli’nde, Yeni Istikbal Gazetesi matbasında bastırmıştır. Bu nedenle Kırklareli’ni bilir. Yeni kuşaklar bilmez ama Kırklareli’nde meşhur Saraç Hamdi onun akrabasıydı.
Ancak Behzat Şaşal son yıllarda şiirden çok yazıya yönelmiş, seri halde kitap yayımlamaya başlamıştır. Onunla Ankara Halkevleri Genel Merkezinde beraber olduğumuzda o, Söz Söylemek Güzel Konuşmak kurslarına giderdi. Yazı yazmakla beraber, güzel konuşmayı da öne çıkarmaya özen gösterirdi. Daha doğrusu Ankara’da katıldığı kurs asıl adı ile “DÜŞÜN-KONUŞ-DINLE” idi ve Behzat Şaşal toplum önünde söz söylemeyi bir beceri ve sanat haline getirmiştir. Onun şiir kitabı Dilekçe’den sonra çıkardığı kitap SEVGİLİ DÜŞMANIM SIGARA olmuştur. Şaşal sigarayı insanın düşmanı ilan ettikten yıllar sonra hükümet sigarayı kapalı yerlerde yasaklamıştır. Behzat Şaşal’ın böylesine de bir öngörüsü vardır.
Behzat Şaşal’ın üçüncü kitabı daha önceki kitabı gibi bir araştırma kitabıdır. “Evrensel Eğitim ve Bilinçlenmeye Çağrı” adını taşıyan bu kitap eğitim, bilgi ve ahlak kurgulu bir kitaptır. Bu kitabı 2002 yılında yayımlamıştır.
Şaşal inançlı bir insandır. Kendisi ahlakın üstünde güzel bir ahlaka sahiptir. Yaşamını ve sosyal ilişkilerini öyle kurgulamış, her şeyi Ahlak Zemini üzerine oturtmuştur. Bu nedenle din konusuna el atmış, 2003 yılında “Din Evrenseldir, Birlik ve Bütünlüktür” kitabını yayımlamıştır. Behzat Şaşal’a göre Din ve Inanç insana gereklidir. Evrensel ve seküler dinler büyük dinlerdir. Bu dinlere inananlar dünyada çoğunluğu teşkil etmektedir.
Behzat Şaşal’ın 2004 yılında yazdığı kitap ise “Gözetlenmektesiniz” adını taşımaktadır. Bu da bir araştırma kitabıdır. Anlaşılıyor ki Şaşal aynı zamanda bir araştırmacıdır. Eserleri kültür ve bilgi yüklüdür. Nitekim son yazdığı yine araştırmaya dayalı hacimli kitaplarının “CUMHURİYETE GÖLGE DÜŞÜRENLER” ve “NASRETTİN HOCAYA ÇAĞDAŞ BAKIŞ” bu tür kitaplarından başında gelmektedir.
Görülüyorki Behzat Şaşal üretken bir yazardır. Cumhuriyet ve din kültürüne bağlı bir aydındır. Balkanlardan gelmiş bir ailenin insanından da başka türlü bir tavır beklenemez. Şaşal köklerine, geleneklerine bağlı bir insandır. Şu sıralar oldukça ciddi bir rahatsızlık geçirmektedir. Sayın eşinden aldığım bilgiye göre rahatsızlığında iyiye doğru bir gidiş vardır. Buradan değerli dostuma acil şifalar diliyorum. Daha yazacağı kitaplar olduğunu biliyorum.

Hayatın düz çizgi olmadığını da bu vesileyle söylemek istiyorum.

Mersin Tercüman

Sevgili Düşmanım Sigara
Böyle bir başlık olur mu?, diye sorabilirsiniz. Yani hem ‘sevgili' diyeceksiniz, yani olumluluktan, güzellikten, bağlanmaktan sözedeceksiniz. Arkasından “düşmanım” kelimesiyle cümlenizi ve mesajınızı tamamlayacaksınız.
Şaka bir yana, Behzat Şaşal ustanın, yıllar önce yayınladığı ve minik görüntüsüyle 244 sayfa ile okurlarının karşısına çıktığı çıkarıldığı bir kitabı bu efendim. Bugün onun sayfaları arasında gezeceğiz. Gezintimiz sırasında neler göreceğiz, nelerle karşılaşacağız, hep birlikte göreceğiz efendim. Buyrun:
GENEL OLARAK KİTAP
Öncelikle bir önsöz ve giriş bölümleriyle, sayfalarıyla karşılaşıyoruz. Bir cümle önsözden: “Bir kitap (ölürüm de sigarayı bırakmam) diyecek kadar tiryakisi olmuş kişiler için değil, yeni başlamış fakat tiryakisi olmamış veya sigaraya henüz başlamış kişiler için yazılmıştır” denilişi kitabın vermek istediği, getirmek istediği mesajı, hedefi için önemlilik taşıyor.
Giriş bölümünde de, sigaradan getirdiği, yarattığı zarar ve sıkıntılardan sözedilerek, bazı sualler soruluyor, arkasından “sigara” cevabı ortaya konuyor. Bunlardan, bu suallerden biri:
- Çok önem verdiğiniz, erkeklik veya cinsel gücünüzü azaltan, iktidarsızlık meydana getiren nesne nedir? Sigara...
SONRA SIRASIYLA
Sevgili düşmanım sigara, adlı kitabın içindekiler bölümüne baktığımızda, gördüğümüz başlıklardan bazılarının sıralanışıyla devam edelim:
- Sigarayı tanıyalım /Sigaranın etkileri/ Lütfen dikkat/ Sigara dumanı ve nikotinin etkileri/ Sigaranın kanser etkisi/ Sigara ve seks/ Kadın üzerindeki etkisi/ Özellikle sigara içilmemesi gerektiği anlar/ Sigara, alkol ve din/ Sigara ile savaş/ Sigarayı bırakanlarda görülen rahatsızlıklar vd.
ŞÖYLE BİR BAKALIM
Ve bunlardan sonra efendim, kitabın iç sayfalarına gelişi güzel bir çevirmeyle şöyle bir bakalım, neler göreceğiz?.. Daha doğrusu göreceklerimizden kısa bölümler:
Bölüm başlıkları anlatım başlıkları altında görüyoruz ki, bunların pek çoğu değişik isim ve imzalar tarafından kaleme alınmış, Behzat Şaşal hoca bunların bir araya getirilişini sağlamış.. Örneğin, sayfa 166'da Prof. Dr. Kuddusi Gazioğlu'nun “Sigarayı başlamayı önlemek bırakmaktan daha kolay” başlıklı anlatımı,değerlendirmesi var. Buradan:
- “Sigara içmeyenlere göre içenlerde akciğer ve kalp hastalıklarından ölüm oranı daha çoktur. Örneğin sigara içenlerde akciğer kanseri, kronik bronşit ve amfizem içmeyenlere karşılık 15-20 kat daha fazladır” cümleleri dikkat çekici değil mi?.
SONUÇ OLARAK

Sonuç olarak görüyoruz ki, “Sevgili düşmanım sigara” adlı kitap, bugünün ve yarının anne ve babalarına ithaf edilmiş. Rahmetli Selim Sırrı Tarcan'ın “İçtiğiniz her sigara, tabutunuza çakılan bir çividir” sözüyle kitap, arka kapağındaki bu anlamlı sözle bitirilmiş efendim. Tebriklerimi, sevgi ve saygılarımı yineliyorum.. Sağol, eline, kalemine sağlık Behzat Şaşal hoca...
MERSİN TERCÜMAN

HASAN DEMİR "YENİÇAĞ ĞAZETESİ"


Çankaya'daki Hz. Muhammed (s.a.v)
HASAN DEMİR "YENİÇAĞ ĞAZETESİ"
Yazı Tarihi: 16/11/2009
Çankaya'daki Hz. Muhammed (s.a.v)
Peygamberimizin Çanakkale Savaşları ile ilgili hadislerine dudak kıvıran bazıları, kendimizden bir şey söylediğimizi imâ ediyor, bir çekemezlik var sanki. Allah'ın takdiri, Resulünün müjdesi böyle ise, sizler mahşer günü, şefaatine muhtaç kalacağınız Hz. Muhammed aleyhisselama, "Sizin böyle bir sözünüz var mıydı?" diye sorarsınız, "Vardı, niye yalanladınız?" derse ne yaparsınız. Yoksa biz, "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin ashabının söylediğine inanırız" cevabını veririz.
Çünkü O', "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir" buyurmuş ve "Hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz" demiştir.
Bu milletin ve Milli Mücadele'nin yanında olduğuna dair Allah (c.c.) ve Resulünden o kadar o kadar çok maddi delil ve manevi işaret vardır ki cümlesi bahsedilen hadisi ve konuyla ilgili salih rüyaları destekler. Biliyoruz, bu topraklarda iki damar var.
Bu damarlardan biri Hz. Muhammed aleyhisselamın Türklerle ilgili olumlu hiçbir değerlendirmesine inanmayan, meselâ, inkârı mümkün olmayan İstanbul'un Fethi ile ilgili hadisi de yok sayan Türk düşmanı damar, diğeri de, Milli Mücadele'yi bir İngiliz, bir Yahudi operasyonu olarak göstermek isteyen ama aslında farkında olarak yahut olmayarak Türk milleti ve İslâm dinini bu topraklardan silmek isteyen o iki mihrakın oyununa gelen muhafazakâr damar.
Lâkin Allah (c.c.) ve Resulü Hz. Muhammed aleyhisselamın masum ve samimi Türk milletini himaye ettiklerine dair o kadar çok işaret vardır ki, hangi birini anlatsak.İşte onlardan bir tanesi... Akasya Kitap yayınları arasında çıkan, "Cumhuriyete Gölge Düşürenler" isimli eserin 179'uncu sayfasında yazarBehzat Şaşal, "Şimdi sizlere hiç duyulmamış bir olayı açıklayacağım" dedikten sonra der ki:
"Erzincan'ın Kemaliye kasabasında yaşamış olan o zamanın evliyalarından ve gönül gözü açık Mustafa KORTİOĞLU, 1912 yılında, manevi âlem için tefekküre girdiği bir sırada birden kendisini Çankaya'da ve sonradan Atatürk'ün ikamet olarak kullandığı evin yakınlarında bulur ve gizli bir kuvvet kendisini bu bağ evine doğru çeker.
Bağ evine geldiğinde açık duran kapıdan içeri girer.
İçeride Hz. Muhammed Efendimizi bir sedirde oturur vaziyette görür.
Büyük bir saygıyla ve hürmetle Peygamberimize yaklaşarak ellerinden öptükten sonra aralarında şu konuşma geçer:
—Ya Resulallah burası neresidir?
Resulallah buyurur; Ey Allah'ın kulu burası Ankara ve Çankaya'dır.
Mustafa KORTİOĞLU, Peygamberimize burada bulunmalarının sebebini sorduğunda, Resulallah Efendimiz şöyle cevaplar:
— Kısa bir süre sonra 1. Cihan Harbi çıkacak ve bu harbin sonunda Osmanlı Devleti yıkılacak. Ancak yerine genç bir Cumhuriyet kurulacak. Kurucuların başında ise Mustafa Kemal Paşa görevlendirilecek.  Yüce Allah(c.c.) ve bizler de ona yardımcı olmak için buradayız."
Anlatılan bu rüyaya inanmayanlara kitabın yazarı Behzat Şaşal,
"Mustafa Kortioğlu'nun çocukları ve torunları bugün yaşamaktadır. Gerekli incelemeyi bizzat yapabilirler. Örneğin bugün hayatta olan torunlarından biri emekli Jandarma Albay Tahir Alkan'dır" diye, teyit için, adres de gösterir.
Bazıları, "Ama bütün bunlar rüya" der, geçer. Biz de onlara, "Ah, sizler rüyada Hz. Peygamber aleyhisselamı görmenin kıymetini bir bilseydiniz, bilebilseydiniz" deriz.
Nasip olursa "rüya" konusunda da söyleyeceklerimiz olacaktır.